GüncelManşet

Her Şey “İştiğakıyun” İçin-1

Üç Kızıl Okun anısına…

[Pusu gününe dair anlatı, eldeki veriler merkezli yapılan bir değerlendirmenin ürünüdür.]

***

“Sanılmasın onlar unutuldular

Her gecenin sabahında onlar var

Karlı dağlar aşan çetin yollarda

Yorulmayan sert adımlarda onlar var”

(Garip Şahin)

 

Her şey “iştiğakıyun” içindi… Yaşamanın tadı, binlerce yıllık insanlık tarihi boyunca mazlumlara sunulana itiraz etmekte bulunur ancak. İmkansız denileni başarmak, mutluluğu umudun yolunda bulanların düş dünyalarında hayal değil, gerçektir. Gerçektir çünkü, insanlığın son kurtuluş kavgası ilhamını baskıya, zulme ve barbarlığa karşı binlerce yıllık mücadele tarihinden almakta, adım adım ilerlemektedir. Engel tanımaz bu kuvvet, başka bir dünyada değil, cennetin yeryüzüne indirilmesi için devleşen bir ateş topudur kan emici zalimlerin üstüne giden.

Yeryüzüne düşen yıldızları tutabilir mi kara bulutlar? Hangi güç bahar aylarında coşan ve birleşerek gürleşen ırmakları durdurabilir? Dünyanın tüm inşaatçıları birleşse, yoksul halkların tsunami dalgasını kırabilecek bir duvar örebilirler mi? Tüm cellatlar birleşse süngüleri delmeye yeter mi yeniye gebe şimdiki toplumun rahmini? Elbette ki hayır… Yeni olana yürümek, insanın özünde olan, ancak asırlar boyu egemenler tarafından köreltilen iradesinin özgürleşmesi içindir. Bu irade ki, insanın insanca yaşayabileceği bir toplumu yaratma mücadelesinde ezilenleri toplumsal olarak yoldaşlaştırır, savaştırır, kazandırır ve kurtarır…

İnsanın başkasının emeğine gözünü dikmeden yaşamaya alıştığı, sömürünün ve zulmün olmadığı, emeğin kutsandığı yeni bir dünyadır “iştiğakıyun”. Doğanın ve toplumun yasalarına uygun olan gelişim mutlu ve umutlu dünyayı, “istiğakıyun”u muştulamaktadır. Oraya varmak için sınıf mücadelesinin yayından fırlayan kızıl oklar ilk hedeflerini vurmakla yükümlüdürler. Bu hedef, komprador kapitalizm, feodalizm ve her türden gericiliktir. Mazlum halkın bağrından doğan, önder kurmayımızın ellerinden işlenen bu kızıl oklardan üçü, “iştiğakıyun” ideali ile demokratik devrim yolunda karanlığın göğsüne saplanarak pratik misyonlarını başarıyla tamamladılar. Halkın üç kızıl oku, şimdi yoksul köylülerin, proleterlerin ve ezilen tüm emekçilerin kurtuluş mücadelesine işaret misyonlarını ebediyen sürdürecekler…

Kızıl oklar, uzayın kara deliklerindeki gizemi anlatamayacak kadar zor, dünya halklarının her bir ferdinin kendi yaşamında hissedebileceği duygular kadar basit ve anlaşılır gerçekti. Onları yücelten, ölüm meleğini yenme kudretine sahip olmalarıdır. Azrailin gücü, onun yeryüzündeki piyonları olan zorba güçlerin yapabilecekleri ile sınırlıdır. Bu güç, en fazla fiziki yok oluşu getirebilir. Ancak Azrail karşısında kızıl okların kudreti, onların fiziki yok oluşu ölüme anlam vererek yenmeleri ve bu sayede, ölümsüzleşmelerinden gelmektedir. İşte Mercan’da düşmanın kalbine saplanan devrimin üç kızıl oku, ölüme anlam vererek yoldaşları, halkı ve gelecek nesillerin yüreğinde hep yaşayacaklar devrim, sosyalizm ve “istiğakyun” için…

***

“Habeğleğ ne dedi? Yağışlağ devam edecek mi?”

“Bu akşamdan itibaren hava açacakmış.”

“Yani hiç kaçağı yok, yiyeceğiz bu yağmuğu!”

“Evet, ama şanslıyız. Çünkü varacağımız yerde ateş yakıp üstümüzü kurutma zamanımız var.”

Yağışlar durmuştu artık. Yarım saat daha yürüdükten sonra o gün hedefledikleri yere ulaştılar. Üstleri sırılsıklamdı. Gerillalardan biri çantasını atıp hemen ateş yeri hazırlamaya başladı. Başka biri daha odun toplamaya koyuldu. Aralarından biri gökyüzünde giden bulutların hareket tarzını çözmeye çalışıyordu. Hava durumuna pek güvenmiyordu. Güvensizliği meteorolojiye değildi ama haberi veren TRT olunca içten içe bir ototepki gelişiyordu düş dünyasında. “Bunlar hangi haberi çarpıtmadan veriyorlar ki meteorolojininkini doğru versinler” diye geçiriyordu içinden. Kararını verdi; yağmurluğunu açacaktı.

“Yoldaş ne yapıyorsun” diye sordu ateşle uğraşan Manuel.

“Yağmurluğumu açıyorum, ne olmaz, ne olur!”

“Ne olur, ne olmaz olmasın?”

“Düzende her şey ters gidiyor ya, bunu da tersinden söylesek ne olmuş yani!”

“Aslında benim aklıma gelen o ki bu gece yağmur yağmaz diye düşünüyorum sanki” dedi tereddüt içindeki Dersim.

“Bu devlete de, radyolarına da güven olmaz yoldaş. Bence siz de tedbirinizi alın, bu gece yağabilir” diye ısrar etti Çermo.

Bunun üzerine Dersim, büyük bir zevkle dinliyormuş gibi yapıyordu, ancak kafasında “bu yorgunluk içinde kim yağmurluğu açmakla uğraşır” diye geçiriyordu. Yine de bir görüş belirtme hissine kapıldı: “Mmm. Ma o zaman biz de mi açalım diyorsun? Öyle mi diyorsun şimdi?”

“Evet ama siz bilirsiniz!”

Dersim yağmurluğu paylaştığı yoldaşa dönerek sordu: “Ma ben ne yapayım? Sen ne diyorsun yoldaş? Sanki yağmaz ya!”

“Sen biliğsin yoldaş… Eee ama bence de…”

Dersim hemen sözünü kesti: “Hıımmmm demek ki sence de yağmaz.”

“Bana niye soğuyoğsun yoldaş? Yağadabiliğ.”

“Ama haberler yağmaz diyor.”

“Zaten yağağsa uyanığ açağız.”

İkna etmiş olmanın mutluluğuyla önüne bakan Dersim “işte aslında ben de öyle düşünüyordum biliyorsun? Ortaklaştık” dedikten sonra kahkaha eşliğinde “arkadaş, şimdi kim gider yağmurluk açar ya!” dedi…

Tüm yoldaşlar gibi kahkahaya dahil olan Çermo konuya ilişkin son sözünü söyledi: “Siz bilirsiniz…” O akşam, ihtimale karşı tüm yağmurluklar açılmıştı, Dersim’inki hariç.

Sabah kalk saatinde herkes uyandırıldı Sırma tarafından. Yağmurluklar ıslaktı, gece yağmıştı. Dersim’in yağmurluğu uzay aracı gibi açılmıştı. Altından önce diğer yoldaş çıktı. Sağ tarafı baştan başa ıslanmıştı. Belli ki bir kez ıslandıktan sonra yatma pozisyonunu hiç değiştirmemişti. Ağırdan ağıra söze girdi: “Uuff. Donduk ya!” Ardından Dersim çıktı. O da sol kolu ve sırtının sol tarafı ıslanmıştı. Bir gerinme hareketinden sonra yarattıkları uzay aracına gözü dikildi: “Bak gördün mü yağmurluğu yanlış açmışız yine. Ben de diyorum hayret, biz niye ıslandık.” Bu, iki yoldaşın gece ıslanmışlıklarının art arda üçüncü keresiydi. Diğer yoldaş artık daha kesin bir ifadeyle söze girdi: “Yok yoldaş; biz değs çıkağamıyoğuz. Biz bunu hak ettik.”

“Ma ne gibi ders çıkarabiliriz yoldaş?” diye sordu Dersim.

“Ağkadaş, kaç gündüğ zamanında yağmuğluğumuzu açmıyoğuz. Gece uyku seğsemliğiyle kalkıyoğuz ne biğbiğimize dediğimizi anlıyoğuz ne de işimizi sağlam yapıyoğuz. Bundan sonğa tedbiğ olsun diye yatmadan önce yağmuğluğumuzu açacağız.”

“Ben de öyle düşünüyorum biliyorsun?”

“Yok ağkadaş, bilmiyoğum!”

“Ama ortaklaşmıştık?”

“Ağtık oğtaklaşmak yok…”

Diğer yoldaşlar bu diyalogları son birkaç gündür neredeyse ezberlemişlerdi. Herkes bir şekilde bu duruma gülüyordu. Dersim durumu ciddiye çevirmek adına söze girdi:

“Bak yoldaş! Hımmm.. Marks da hayatında zorluklar geçirmiş biliyorsun? Sınıf mücadelesinde bu tür şeyler olabiliyor. Zamanında Mao…”

Yoldaş sözünü kesti: “Mağksın bizim duğumumuzla ne alakası vağ?”

“Öyle deme yoldaş, bak, devrim için bazen…”

“Devğim için buna katlanmak başka biğ şey, bile bile ıslanmak başka biğ şeydiğ ağkadaş. Hangi kitapta yazıyoğ gidin bile bile kendinizi ıslatın diye?”

“Devrim mücadelesinin bugünkü aşamasında biliyorsun? Savaş…”

“Yeteğ yoldaş, yeteğ… Biliyoğsun deyip duğma. Heğ şey iştiğakıyun için ama senin dediğin şekilde değil!”

“İşti… Ne?”

“İştiğakıyun. Bak işte bilmiyoğsun.”

“O ne?”

“İştiğakıyun eski dilde komünizm demek…”

***

Sefkan yoldaş (Özgüç Yalçın) “R” harfleri gırtlaktan okuyordu. O yüzden “R”leri “Ğ” olarak okuyordu ve öyle konuşuyordu. Genel kültür konusunda ciddi bir düzeye sahipti. Yoldaşları bir kelime ya da soru ile tıkandıklarında ansiklopediye başvurur gibi ona başvurdukları çok oluyordu. Her şey onun ilgi alanına giriyordu: siyaset, dilbilimi, müzik, coğrafya, tarih vs. her konu hakkında az ya da çok bir bilgisi vardı. Bütün bu alanlarla ilgili bir sohbet olduğunda çoğunlukla dahil oluyordu, olmadığı zamanlar ise seve seve dinliyor ve öğreniyordu.

Herhangi bir çalışmada kendini ilk önerenler arasında o vardı. Örgütün ileriye doğru atacağı her adım zorluklarla doludur. Bu zorlukları göğüsleme konusunda Sefkan yoldaşın hiç tereddüdü yoktu. Halk ordusunun iyi bir savaşçısı olma çabası onda hiç dinmedi. Gerillaya katıldığı 2011 yılında kimi zorluklarla karşılaştı ancak onları hızlıca alt etmeyi başarabildi. Tek dayanağı, örgütü ve idealleri uğruna yürüttüğü kavgaydı. Artvinli bir yoldaş olarak Dersim halkıyla kurduğu ilişkilerde hiç de yabancılık çekmiyordu. Halkımızın çabuk ısınabildiği yoldaşlardan biriydi. Kaçkar dağlarına bir gün gerilla olarak gideceği hayalini hep düşlüyordu. Bunun için alandaki görevlere sıkı sarılmalıydı ve bir an önce kuzeye doğru, Caniklere, Kaçkarlara uzanan yolu kat etmeliydi. Halkının kurtuluş davası bunu gerektiriyordu. O, tüm Hemşinler gibi devletin “ötekileri” kültürel kişiliksizleştirme ve siyasal köleleştirme emelini ve bu uğurdaki acımasızlığını hissediyor ve bunu tüm gücüyle lanetliyordu.

Hemşinlerin kökeni ile ilgili birden fazla tez vardır. Sefkan yoldaş, Hemşinlerin Türkiye topraklarında kalan ve Kuzeyde yaşayan Ermeniler olduğunu savunuyordu. Konuştuğu dil, büyük oranda Ermenice’yle aynıydı. Bu yüzden Dersim’de Ermenilerin izlerini konu eden tüm tartışmalar onun başlıca ilgi alanına giriyordu. Halkımıza, köy isimlerinin anlamını anlatırken mutluluğu gözlerinden ve heyecanlı konuşma tarzından hissedilebiliyordu. Konu, bu haliyle hızlıca katliamcı ve soykırımcı devletin teşhirine gidiyordu ve onu dinleyenler içtenliğini kavramakta zorlanmıyorlardı.

Heyecanının temelinde yatan şey, kin ve nefret duyduğu Kemalist faşist diktatörlüğe karşı devrim dalgasını büyütme işine soyunmuş olmasıydı. Küçük ve basit bir iş değil, Kaçkarlardan, Munzurlardan da yüce bir dava uğruna verilen mücadele dünyanın en zor olanı ve en onurlu olanıydı onun düşünce ve duygu dünyasında. Öğrenebildiği her şeyi devrimci mücadelede en doğru konumlanmayı yaratmak üzere değerlendirmişti. Adını aldığı amcası Devrimci Yol gerillası olarak Karadeniz’de şehit düşen dörtlerden biriydi. Şehit akrabasına yönelik hissettiği duygusal bağı esas alarak yoluna devam edemeyeceğini anladı. Şehit amcası da dahil tüm devrim şehitlerini yaşatabilmenin koşulu, doğru bir çizgi üzerinden mücadelesini sürdürerek devrime, sosyalizme ve komünizme doğru ilerlemekti. Bunun için, ülkemiz şartlarında silahlı mücadeleyi benimseyen bir devrimci hareketle bağ kurmayı doğru buldu. MLKP’li Abuzer Çat’ın Ulucanlar katliamında şehit düşmesi, Sefkan yoldaşın yaşamında önemli bir dönüm noktası oluşturdu. Tanıdığı ve çok sevdiği Abuzer Çat’tan etkilenen Sefkan yoldaş, 2000’lerin başında MLKP saflarında örgütlendi.

Silahlı mücadele yürütmeksizin devrimin olamayacağını anlayan yoldaş, ağırlıklı olarak tutunduğu dal, askeri eylemler yoluyla düşmana darbe indiren çizgiydi. Örgütlenmesi onu politikayı ve ideolojiye daha çok önem vermesini sağladı. Verdiği bu önemdendir ki F tipinde geçirdiği süreç onu yıldırmamıştı. Nedir ki savundukları ile örgütlü bulunduğu partinin çizgisi arasında gittikçe büyüyen çelişkiler onu rahatsız ediyordu. Mao, savaş, illegalite vb konularda sorgulamaları sonucunda fikirleri onu daha çok TKP/ML’ye yakınlaştırıyordu. Silahlı mücadeleyi savunmak yetmez, onu gerçekten devrimin bir atar damarı olarak savunmak gerekirdi. Bu damarla oynanmamalıydı. Atar damarla oynamak devrim karşısındaki ciddiyeti sorgulatıyordu Sefkan yoldaşın gözünde. “Opoğtünizme tahammülüm kalmamıştı” diyordu. Ve zamanı geldiğinde, hiç tereddüt etmeden saflarını doğruluğuna inandığı çizgi lehine netleştirdi. TKP/ML militanı oldu ama en başından kabul olmasını istediği bir talebi öne sürerek: “ben geğillaya katılmak istiyoğum….”

Faaliyet yürüttüğü Ankara’da elinden geldiği kadarıyla verilen görevleri yerine getirdi. Fırsat kolladıkça gerillaya katılma arzusunu yenilemişti. Nihayet, 2011 yılında gerillaya katılım kararı geldiğinde kendini yeniden doğmuş hissediyordu.  

***

Sefkan yoldaşla aynı yıl katılan Yurdal yoldaş (Hakan Çakır) kafesini parçalamış bir şahin gibi bakıyordu yoldaşlarına. Her şey ne de başka gözüküyordu… Karşısında gördüğü insanlar toplumsal kurtuluş mücadelesi için neleri terk etmemişlerdi ki? En çok sevdiklerini, akrabalarını, arkadaşlarını, yoldaşlarını, düzenin sahte vaatlerini, ailelerin geleceksiz ümitlerini, sevdikleri köylerini, büyüdükleri mahallelerini… Hepsinin ortak özelliğini kendi duygularında hissediyordu. Hepsi, tıpkı kendisi gibi, huzura bu düzende ulaşamayacaklarını biliyorlardı. Huzuru azgın köleliğin ve barbarlığın olduğu bir toplumsal düzende aramak binlerce yıldır aşılanmış cehaletin ta kendisiydi. Yaşamından öğrenmesini bilmişti Yurdal yoldaş…

Kelkit çayının berraklığıydı kafasında olgunlaşan. Bu çay ki, doksanların başında kana bulanmıştı faşist güçler tarafından. Bölgedeki gerilla hareketini bahane göstererek köyüne baskın yapan düşman, kimisini oracıkta falakaya yatırmış, kimisini tutuklayarak işkenceli sorgudan geçirmiş ama hepsini de ölümle tehdit etmişti. Peşi sıra gelen devletin baskıları kimi aileleri gelecek kaygısına iterek Erzincan, İstanbul, İzmir gibi şehirlerin yanında yurtdışına göç etmelerine neden olmuş. Adın konmamış sürgün, devletin bir politikası olarak insanı kültürel ve sosyal bağlılaşımlarından kopararak yalnızlığa ve ölüme sürüklemesi içindi. Göç eden aileler yıllardır hala Kelkit’in özlemiyle yaşamaktalar ancak devletin korku duvarı ve tarımı yıkıma uğratan yeni ekonomik politikaları bir kelepçe gibi kendilerini göç ettikleri yere bağlamaktadır.

Bu özlemle dolu bir ailenin çocuğuydu Yurdal yoldaş. Doksanların başındaki olaylarda o henüz çocuktu ancak gerek yaşadıkları, gerekse de kendi gibi Kürt-Alevilerin maruz kaldıkları katliamlar onun bilinç dünyasının harcına karışmıştı bir kez… Bu harç ki geleceğini bununla inşa edecekti. Geleceğini, yaşanmış, yaşanmakta ve kurtuluşa kadar yaşanacak olanların hesabını sorma pratiği üzerine inşa edecekti. O, hayat okulundan mezundu artık…

Yurdal yoldaş Erzincan gibi polis teşkilatının sıkı çalıştığı bir ilde uzun süre faaliyet yürüttü. Kendisini tutuklayan ve bir süre hapiste kalmasını sağlayan polisler hakkında “Erzincan polisi, sivil uzantılarıyla tam bir gestapo gibi çalışıyor” diyordu. Koşulların zorluğu salt düşman faktörüyle ilgili değildi. Aynı zamanda partinin alandaki faaliyeti de içten sarsılma yaşadığı bir süreçte devrimin görevlerini üstlendi. Şehit Sevda yoldaşın (Derya Aras) parti tarafından alana müdahale etmesi için gelmesi onu rahatlatmıştı ancak Sevda yoldaş da gerillaya katıldıktan sonra işi daha da zorlaşmıştı. Partiyle irtibat kurma konusundaki bilinmezliklerine rağmen onda parti için, devrim için ve halk için yapabileceklerini yapmamak gibi bir tavır hiç gelişmedi. Örnek bir militan kişiliği sergiledi Yurdal yoldaş. Zira partinin yetmezlikleri, özgürlüğe ve kurtuluşa olan susamışlığından daha kuvvetli değildi ve olamazdı da. O, bir devrim neferi olarak tuttuğu devrimcilik dalını asla bırakmadı.

Şimdi yüreğinin bir yanı özgürdü; o artık gerillaydı. Ancak şimdi görev, yüreğinin diğer yanını özgürleştirmek olmalıydı. Bunun için halka vurulmuş pranganın kırılması için kitleler denizine bir gerilla olarak dalmalı, düşmanın bağrını bir kızıl ok gibi delip geçmeliydi. Bunun için bıkıp usanmadan, gerilla alanındaki zorlukları da göğüsleyerek daima ileriye doğru yürümek zorundaydı. O bu görevden hiç geri durmadı. Bir savaşçı olarak geldi ve komutan olarak şehit düştü; bir parti militanı olarak geldi ve ileri militan olarak şehit düştü…

 

(Devam edecek)  

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu