Güncel

Suzan Zengin | “Çünkü bizim ne gözlerimiz kör, ne de kulaklarımız sağır!”

Ölümsüzlüğünün 10. yılında, devrimci gazeteci Suzan Zengin'in kaleme aldığı “Kısacası biz “sahibinin sesi” değil, ezilen-sömürülen yoksul yığınların sesi olmaya çalışıyoruz! Eh, tabi ki, bu da birilerinin ağrına/zoruna gidiyor” dediği yazısını bir kez daha paylaşıyoruz.

12 Ekim 2011’de ölümsüzleşen devrimci gazeteci Suzan Zengin’in aramızdan ayrılışının 10. yılındayız. Bu vesileyle Zengin’in tutsak bulunduğu sırada Red Dergisi’ne yazdığı ve “Kısacası biz “sahibinin sesi” değil, ezilen-sömürülen yoksul yığınların sesi olmaya çalışıyoruz! Eh, tabi ki, bu da birilerinin ağrına/zoruna gidiyor” dediği yazısını bir kez daha paylaşıyoruz:

Sevgili Red emekçileri, sevgili Red okurları,

Hâlâ tutuklu bulunduğum Bakırköy Kadın Kapalı Hapishanesi’nden yazıyorum.

Aslında kamuoyuna açık ilk mektubum değil bu. Bir yılı aşkın süredir devam eden tutukluluğum boyunca, içinde bulunduğum hukuksuzluğa – keyfiyete dikkat çekme amaçlı mektuplar yazdım, hem de bir kaç kez.

Bunun sonuncusu, tutuklanmamdan -ancak- 1 yıl sonra, 26 ağustos 2010 tarihinde çıkarıldığım ilk duruşma sonrasında yazdığım mektuptu. Bunun içindir ki, konuya dair bilgisi olanlar bulunabileceğinden, burada yazılanların belli bir kısmı bazıları açısından ‘bildik’ gelebilir. Ama bu tekrara düşme pahasına da olsa, bir kez de Red aracılığıyla, yaşadığım sürece dikkat çekmeye çalışacağım.

Bilenler bilir; bu ülkede (aslında dünyanın büyük bölümünde) sistem muhalifi olmak, hele de devrimci-sosyalist olmak ‘zor zanaattır’. Bu zorluk, sizin bu kimliğinizi açık açık savunmanız, kimliğinize uygun, ancak yasal bir çalışma içinde olmanız durumunda dahi değişmez. Hatta değişmediği gibi, her türden hukuksuzluğa -keyfiyete– komploya da açık bir pozisyona ‘düşebilirsiniz’!

Benim şu an içinde bulunduğum durumum – yaşadıklarımın özeti de aslında budur.

Uzunca yıllardır sahip olduğum devrimci-sosyalist kimliğimi hiç bir zaman gizlemedim, açık açık savundum. Bu kimliğime uygun olarak, İnsan Hakları Derneği’nin yanı sıra, birçok devrimci-demokratik kurumda, ama hep yasal zeminde bir çalışma içinde oldum. Bu çalışmalarım, çok açıktır ki, herkes tarafından görülebilecek-bilinebilecek çalışmalardır ki, daha önce de vurguladığım üzere, bunları zaten hiç bir zaman gizleme ihtiyacı hissetmedim. Hem ezilenden, emekten, insandan-insanlıktan yana, onurlu olduğuna inandığım bir duruşu niye gizleyecektim ki?

Ancak göz önünde olmama, herkesin gözü önünde bir çalışma yürütmeme karşın, bir yılı aşkın bir süre önce (28 Ağustos 2009) tutuklandım.

Tutuklanmam, yedi yılı aşkın süredir bünyesinde çalıştığım Umut Yayımcılık’ın çıkardığı muhalif (devrimci-sosyalist) yayınlar olan, İşçi-Köylü Gazetesi, Partizan Dergisi, Yeni Demokrat Gençlik Dergisi gibi periyodik yayınların, Kartal Bürosu’nda gazetecilik, yanı sıra da yayınevlerine çevirmenlik yaptığım sırada gerçekleşti.

Çevirmenlikten hareketle, mektubun bu kısmında yazacaklarım ilk bakışta konuyla alakasız gibi gelse de, öyle olmadığı görülecektir.

“Nasıl çevirmen oldum?”

Babam 60’lı yılların başında Almanya’ya giden ilk işçi kafileleri arasında yer alan bir ‘gurbetçi’ydi.

Bu yıllar, Avrupa’da savaşın yıkımını ‘onarma’, ekonomiyi ‘kalkındırma’ yıllarıydı. Bilindiği gibi bu dönemde, emperyalist-kapitalist sisteme bağımlılığı giderek artan birçok ülkeden olduğu gibi, Türkiye’den de çok sayıda yoksul, Avrupa ülkeleri ile yapılan ‘ucuz emek anlaşmaları’ karşılığında, bin bir umutla kandırılarak, ‘at muayenesi’ benzeri diş muayenelerinin de dahil olduğu bir dizi aşağılayıcı kontrollerden geçirilerek, yurtdışına gönderildi –gerçekte ise üç kuruşa satıldılar!

Babamın payına ise Almanya düşmüştü. Dil-yol–iz bilmeyen bu emekçiler buralarda Alman vatandaşları ile eşit bile değil, daha kötü-ağır koşullarda, ancak neredeyse onların aldığının yarısı kadar ücretlere çalıştırıldı.

Sonraki yıllarda yemeyip-içmeyip üç kuruş biriktirebilenler, ailelerini de yanlarına alabildi. Ben de böylece çocuk yaşlarda Almanya’ya gittim.

Almanya’da yaşadığım 20 yıllık sürede okula gitmenin yanı sıra, en az 10 yıl kadar da, emperyalist sömürünün en ağır koşullarda işletildiği fabrikalarda çalıştım. Bu fabrikalarda ‘akort’ sistemiyle çalıştırılır işçiler.

‘Akort’ nedir bilir misiniz? Akort, belli bir sürede belli sayıda iş üretmenin adıdır. Ancak süre kısa, sayı alabildiğine çoktur! Hem de insan kapasitesinin sınırlarını sonuna kadar zorlayacak derecede çok… Çalışırken ne yanınızdakiyle konuşacak ne de tuvalete bile gidecek vaktiniz yoktur. Beliniz bükülmüş, iki kat olmuş, baş önde bir vaziyette habire montaj yapıyorsunuz… Ta ki mola ya da paydos zili çalana kadar…

Zamanla eliniz işe alışır –çünkü siz artık makineyle ‘bütünleşmiş’, hatta bir makine haline gelmişsinizdir. Bu ‘makineleşme’ sonucu bir de bakmışsınız ki üretimde sizden istenen sayının üstüne çıkmışsınız. Bu durum –işveren veya adamları tarafından- fark edilmediği sürece, sizin lehinizedir; soluklanacak vaktiniz olur. Ama ola ki fark edilirseniz, ‘stopper’ adı verilen ‘saatçiler’ size fark ettirmeden başınıza dikilir. Bunun anlamı, aynı sürede daha fazla iş üretmenizi istemeleridir -alacağınız ücrette ise bir değişiklik yoktur!

Bundandır ki, özellikle de ‘birinci kuşak’ gurbetçiler, daha başka etkenler de olsa bile, bu çalışma koşulları altında dil öğrenme fırsatı yakalayamamıştır. İkinci kuşak olan bizler, buralarda okula gidebilme ‘şansı’ yakalayabildiğimiz için, en azından dil sorununu çözebilmiştik.

“Bir baskın, bir komplo ve zorlama bir iddianame…”

Çevirmenlik zemini böyle oluşurken, kapitalist sömürüyü bir emperyalist metropolde en ağır koşullarda yaşamış olmak, iliklerine kadar hissetmek bile tek başına, emekten-ezilenden, insandan-insanlıktan yana bir duruşu tercih etmem için yeterli bir neden değil mi? Bu duruşuma uygun pratiğime ve gazetecilik–çevirmenlik yaptığım sırada tutuklandığıma ise yukarıda değinmiştim.

Göz önünde olan hemen her muhalif kimliğe sahip insan gibi, benim bu kimliğim de birçok kişi tarafından bilindiği gibi, polis tarafından da ‘kaçınılmaz’ olarak biliniyordu. Hele de muhalif bir gazetede olmanız, polisin bunu bilmemesini adeta ‘imkansız’ kılıyor! malum, polisin gözü her daim muhalif kurumlar, muhalif kişiler ve muhalif basın ve bunların çalışanlarının üzerindedir. Neredeyse 24 saat izler–gözler. Bunun içindir ki, tutuklanmam öncesinde, polis benim her gün gazete bürosunda olduğumu, akşamları da, 13 yıldır ikamet ettiğim evime, ailemin yanına geldiğimi, düzenli bir yaşamım olduğunu, eminim çok iyi biliyordu. Emekli olduğum, Emekli-Sen üyesi olduğum gibi durumları da…

Tüm bu ne yaptığımın–nasıl yaşadığımın bilinir-görünür olmasına karşın, 28 ağustos 2009’da evime ağır silahlarla donanmış polisler tarafından yapılan bir baskınla gözaltına alındım. Sonrası malum… Dört günlük gözaltından sonra çıkarıldığım mahkeme tarafından tutuklandım. Benimle birlikte tutuklanan ve varlıklarından ancak gözaltındayken yanıma gelen avukatım aracılığıyla haberdar olduğum üç genç erkek daha vardı. Ne ben onları tanıyordum ne de onlar beni… Bunların bir eylemle suçlandıklarını öğrendim. Fakat ne emniyette, ne savcılıkta ne de çıkarıldığım mahkemede bana dönük böyle bir iddia yoktu. Bu kişilerle bağlantılı başka bir iddia da yoktu. Onlara dönük de bana ilişkin bir iddia yine yoktu.

Çıkarıldığım mahkeme, gazeteci olduğumu söylememe, bunun tersini gösterecek herhangi bir kanıt, tanık, delil vb. durum olmamasına rağmen tutuklamıştı beni…

Dosyaya gizlilik kararı kondu ve bu karar ancak sekiz ay sonra kaldırıldı. Ve dosyanın–iddianamenin bana ilişkin kısmında, iddianamede iddia edilen ‘yasadışı örgüt üyesi olduğum’ iddiasına gazete bağlantılı materyallerin dışında, bu iddiayı destekleyecek tek bir kanıtın olmadığı görüldü. ‘Kanıt’ yapılmak istenen materyaller, -gazetenin künyesinde de açık açık ilan edilmiş olan- irtibat telefonu üzerinden yapılan telefon görüşmelerimin dinleme yoluyla –ki bunların büyük bölümü sendikalarla yapılan görüşmelerdi– gazeteye ait olduğu izahata bile yer bırakmayacak kadar açık olan gazete dağıtım, satış bilgileri, büro kirası, elektrik-su vb. giderlerin de yer aldığı hesaplar, gazetede yayınlanmış iki haber-röportaj vb. yasal bir gazeteye ait olduklarını ayrıca açıklamaya ihtiyaç bırakmayacak şeylerdi. Çok açıktı ki, illa ‘bir şeyler bulma’, ‘bir yerlerle’ bir bağ kurma çabasına girilerek, zorlama bir iddianame hazırlanmıştı.

“Oysa herkesin gözünün önünde bir çalışma içindeydim”

Nihayet 26 Ağustos tarihi geldi ve ben ilk duruşmaya çıkabildim. Aynı dosyada eylem yapma iddiasıyla yargılanan başka kişilerin olduğunu vurgulamıştım. Duruşmadan bir kaç ay önce dosyaya bir kaç kişiyi daha eklemişler, iki kişiyi daha tutuklamışlardı. Bunlardan biri eylem yapma iddiasına dahil edilirken, diğeri yine benim gibi ‘örgüt üyeliği’ ile yargılanıyordu. ‘Örgüt üyesi olduğu’ iddiasına dönük tek ‘kanıt’ ise, gazeteyi bir kaç kez telefonla aramış olmasıydı!

Baştan sona birbiriyle çelişen bir içeriğe sahip dosya ve iddianamenin, bu ‘örgüt adına eylem yapma’ kısmında da zaten epeyce ‘tuhaflıklar’ vardı! Bu durumu iddianın muhataplarının avukatları da duruşmada ayrıntılı ve oldukça isabetli tespitlerle ortaya koydular.

İddianamenin büyük bölümü örgütün tarifine ayrılmış, bu sırada bir dizi yasal-demokratik kurum örgütün ‘yan kolu’ ilan edilmiş. Örgütün militanlarını nasıl eğittiği (uzun süreli eğitim), gizlilik kurallarına nasıl titizlikle uyduğu vb. durumlara değinilmiş…

Eylemi (örgüt adına) yaptıkları iddia edilenlerin avukatları, müvekkillerinin bu tariflere hiç mi hiç uymadığını-örtüşmediğini söylüyordu duruşmada. Ortada telefon dinlemelerinden, kendilerini ifade ediş tarzlarından vb. durumlardan da anlaşılacağı üzere, bırakalım özel politik bir eğitimden geçmeyi, karşılarında apolitik denecek genç insanlar vardı.

İddia, “gizliliğin titizlikle uygulanması” olarak tarif edilenlerle de taban tabana zıtlık içindeydi. Yoksul bir mahallenin yoksul çocukları, doğup-büyüdükleri bu mahallenin meydanında bulunan – ve hatta içlerinden birinin daha önce burada çalıştığı söylenen- bir mahalle kahvesine yönelik yasadışı bir örgüt adına, yasadışı bir eylem yapmakla suçlanıyorlardı! Hem de tanınma durumları yüzde 100’lük bir ihtimal dahilindeyken, kendilerini hiç mi hiç kamufle etmeden!

Bunlar ve daha bir dizi çelişki – duruşmada iddianın muhataplarının ve onların avukatlarının ortaya koyduğu şeyler. Yani kendi yorumum üzerinden yazmıyorum. Ancak bunları okuyan ya da mahkemeyi birebir izleyen insanlarda oluştuğuna inandığım – ortaya konanların hiçte inandırıcılıktan uzak olmadığı yönlü- kanaatin bende de oluştuğunu söyleyebilirim. Dosyanın- iddianamenin bu –eylem- kısmına ilişkin çok net bir şey söyleyebilmem ise elbette mümkün değildir. Çünkü bu kısmına ilişkin bana dönük – “örgüt üyesi olma” iddiası dışında – başka bir iddia olmadığını, bu kısmıyla ve bu kişilerle herhangi bir bağım olduğuna dair bir iddianın da bulunmadığını vurgulamıştım. Bu durum duruşmada da görüldü. Duruşmada bana, gerek dosyanın bu kısmıyla gerekse bu kısmında yargılananlarla bağlantılı tek bir soru yöneltilmedi, başka herhangi bir iddia da getirilmedi. Diğer sanıklara da benimle bağlantılı tek bir soru sorulmadı. Zaten bana tüm duruşma boyunca davayla ilgili –tek kısa cümleden ibaret olan, örgüt üyeliği iddiasına ne dediğim dışında- hiç bir soru sorulmadı.

Savunmamda, gazeteci-çevirmen olduğumu, yasal bir gazetede, herkesin gözünün önünde bir çalışma içinde olduğumu yineledim. “Delil” olarak sunulan materyallerin tümünün gazete çalışması kapsamında olduğunu, ekte sunduğum delillerle ortaya koydum.

Bir sendikanın, altında imzası bulunan, açıkça ilan edilmiş eylem programının, eğitim harçlarıyla ilgili bir basın açıklaması çağrısının neresinde yasa-dışılık olduğunu sordum. “delil” yapılmak istenen haber-röportajların yer aldığı gazeteleri sundum. Gazetenin dağıtım bilgileri, büro kirası gibi hesaplarına ise sadece değinip geçtim, söyleyecek fazla birşey bulmadım!

Dinlenen irtibat telefonunun künye üzerinde yer aldığı gazeteleri ekte heyete sundum. Dinlemelerin büyük bölümünün sendikalarla-sendika başkanları ile yapıldığının dosyada dinleme kayıtlarında açıkça görülmesine karşın, bunların iddianamede “belirlenemeyen” ibaresiyle, cımbızlanarak yer aldığına (iddianamenin ne kadar zorlama olduğunu da gösteren duruma) değinip, “belirlenemeyen” sendikacıları şahit olarak dinlettim. Herkese açık bir telefonu yine herkesin, hatta polisin bile arayabileceğinin, arayan herkesi tanımamın mümkün olamayacağının altını çizdim.

Bu arada kimi “kanıt”ların komikliğine de dikkat çektim. Örneğin uluslararası anti-emperyalist demokratik bir kurumun (ILPS-Halkların Uluslararası Mücadele Ligi) “üyesi olduğum”  iddia edilen örgütün “yan kolu” olduğu iddiasına -ki başkanı Filipinli olan bir örgütlenme!

“Biz ‘sahibinin sesi’ değil, ezilen-sömürülen yoksul yığınların sesi olmaya çalışıyoruz”

Yine benzer “komik”, hatta “hangi mantıkla konmuş acaba” denilen bir durumun dosyadaki dinleme kayıtlarında da ortaya çıktığını söyledim. Mesela gazete çalışanları kendi aralarında yaptığı bir telefon görüşmesinde yiyecekleri yemekle ilgili konuşuyorlar. Yenecek yemek ise kısır! Hani şu bulgurdan yapılan kısır! Bunun içine konacak domates, salatalık, maydanoz gibi sebzelerin satın alınmasından söz ediyorlar…

Bu dinlemeyi neden koymuş olabilecekleri üzerine elbette ben de kafa yordum! Mesela bizim bulgurla beslendiğimizi öğrenmelerinin “aaa bunlar ‘köylü’, ancak bulgur yiyebiliyorlar, yoksullar, daha kendilerini bile kurtaramamışlar” vb. biçimde düşünülmesi mi istenmiş? Öyleyse evet! Bu ülkenin büyük çoğunluğunu oluşturan yoksul emekçi yığınlar gibi biz de genelde bulgur vb. ucuz gıdalarla besleniyoruz… Çünkü biz muhalif (devrimci-sosyalist) basın çalışanları, kalemimizi, ondan kan damlatma pahasına, on binlerle ifade edilen dolarlara-eurolara satmıyoruz. Bu satışın sonucu olan plazalarda değil, köhne binalardaki köhne bürolardan yazıyoruz.

“Siz bu satırları okurken ben ‘falancanın (artık hangi ‘büyük’ olursa) uçağıyla filan yere uçuyor olacağım” – diyemiyor değil- demiyoruz! Kısacası biz “sahibinin sesi” değil, ezilen-sömürülen yoksul yığınların sesi olmaya çalışıyoruz! Eh, tabi ki, bu da birilerinin ağrına/zoruna gidiyor!

Mektubun mektup olma özelliğini giderek yitirdiğini, fazlaca uzadığını, uzattığımın farkındayım. Hemen toparlayayım: Bana dönük, bir yılı aşkın süredir devam eden tutuklamanın ne kadar keyfi- hukuksuz- haksız olduğunu dahası nasıl bir komplo ile karşı karşıya kaldığımı elimden geldiğince aktarmaya-anlatmaya çalıştım.

Bunun sadece beni (esas olarak beni demek daha doğru) değil, özelde çalıştığım İşçi-Köylü Gazetesi’ni genelde ise tüm muhalif (devrimci-sosyalist) basını, hatta okurlarını dahi hedefleyen- tekrar ediyorum- bir komplo olduğunu da özellikle vurgulamam gerekiyor.

Muhalif basınında dahil olduğu yasal kurumlar ve bunların çalışanları “yasa-dışı” ilan edilerek, susturulmak, çalışmaları engellenmek, daha da önemlisi bu yolla karalanarak- kafa karışıklığı yaratılarak- kitlelerle yakın bağ içine girmelerinin önü kesilmek istenmektedir.

 

“Çünkü bizim ne gözlerimiz kör, ne de kulaklarımız sağır!”

Son olarak tekrar 26 Ağustos’taki duruşmaya dönerek, bu duruşmada tahliye kararı verilmediğini, bir sonraki duruşmanın 15 Şubat 2011 tarihine atıldığını söyleyeyim. Tam 6 ay sonraya! Yani böylelikle 2. duruşmaya kadar tutukluluğumda 1,5 yılı doldurmuş olacağım.

Bu sürecin hukuksuzluğunu-keyfiyetini- haksızlığını yeterince ortaya koymuştum zaten. Bunun yanı sıra, tutukluluğumun devam etmesi, hızlı kemik erimesi, hipertansiyon, ülser vb. kronik hastalıklarımın, bu süreye kadar olduğu gibi, tedavi edilmediği için, daha da ilerleyeceği anlamına geliyor.

Ancak tarihinin en büyük doluluk oranını yaşayan hapishanelerde hasta olarak bulunan sadece ben değilim elbette- bu biliniyor. Onlarca siyasi tutsak daha ileri derecede, hatta ölümcül- kanser vb- hastalıklarla boğuşmakta, tedavileri de genelde yapılmamakta. Siyasi tutsaklara reva görülen bu iken, onlar görmezden- duymazdan gelinirken, “aksırıp-pıksıran”, “başı-dişi” ağrıyan “paşaları”, tutuklanmalarının üzerinden daha henüz çok geçmemişken, “sağlık nedenleriyle” ve “yıldırım hızıyla tahliye ettiklerini, görmediğimizi, duymadığımızı zannetmesinler. Çünkü bizim ne gözlerimiz kör, ne de kulaklarımız sağır! En sağlıklı organımız ise beyinlerimiz!

Suzan Zengin

Tutuklu gazeteci, çevirmen

Bakırköy Kadın Kapalı Hapishanesi B/4

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu