EmekMakaleler

Yabancılaşma ve işçi cinayetleri

Franz Kafka, “İnsan, her zaman dünya tarihinde başrolü oynar ve doğal olarak bilmez bunu” der. Unutmayalım patronlar, burjuvalar işçi sınıfı, emekçiler olmadan yaşayamaz ama işçi sınıfı ve emekçiler burjuvazi olmadan çok iyi yaşar. Öyleyse hayatın her alanından burjuvazinin ve oporatlarının sökülüp atılması elzemdir.

Yabancılaşma olgusu ile işçi cinayetleri arasındaki ilişkiyi işçi cinayetleri karşısında gösterilen tepkinin toplumsal ve sınıfsal bilinç formumuzdaki zayıflamayı göstermesi açısından ele almak gerekmektedir. Başlık “yabancılaşma ve kadın cinayetleri”, “yabancılaşma ve ulusal sorun, azınlıklara yaklaşım”, “yabancılaşma ve örgütlenme sorunu” vs., vb de olabilirdi ki; yabancılaşma kavramı tüm bunları taşır, açıklanmasına ya da kavranmasına yardım eder. Bu yazıda yabancılaşmayı işçi cinayetleri gibi yakıcı bir sorun üzerine ifade ederken konuyu sermaye örgütlenmesi ve sonuçları kapsamında ele alarak daha anlaşılır kılmak mümkündür.

Yabancılaşma kavramının birçok tanımı, yorumu bulunmaktadır, ancak temel olarak Marksizm’in prizmasından bakanlar açısından öznenin nesneleştirilmesi, şeyleştirilmesi olarak ifade etmek mümkündür. Yaşamın öznesi olan insan ve onun emeğinin, sınıflı toplumsal düzenlerde bu vasfını kaybederek egemenlerin arzu ve isteklerinin gerçekleşmesinde salt bir araç haline getirilmesi yabancılaşma olgusunun temelini oluşturur. Marks bunu, “1844 El Yazmaları”ında, “ Bu olgu göstermektedir ki emeğin ürettiği nesne emeğin –ürünü-karşısına yabancı bir şey, kendini üretenden bağımsız bir güç olarak dikilir. Emeğin ürünü, bir nesneye aktarılmış maddileşmiş emektir; Emeğin nesneleştirilmesidir. Emeğin gerçekleştirilmesi, emeğin nesneleştirilmesidir” şeklinde ifade eder. George Thamson’da “insanın özü” yani insanlığın özünü oluşturan etkinliği …”ni başkalarına teslim etmesi ya da satması olarak anlatır. Yani canlı emeğin cansız emek metaların, birikmiş emeğin kölesi haline gelmesi. Aynı durum cinsiyetçi toplumsal iş bölümünün kadın üzerinde cins baskısı yaratması ve giderek bunun kadının şeyleştirilmesine dönüşümünde görülür. Yine dinlerin insanın özünün kavranmasındaki negatif etkisinin de bu bağlamda pozisyonu olduğu bilinmektedir.

İnsanın ve emeğinin kendi yaşam faaliyetinin sonuçlarına yabancılaşması ancak onlara bir başka gücün el koyması ile mümkündür. Bu sınıflı toplum türlerinin hepsinde farklı biçimler almıştır, ancak özü burada insan da yoktur, tamamen insanın kendini reddetmesi sağlanmıştır. Yine “insanın özü” kitabında George Thamson, “Dolayısıyla kölenin hem emeği hem de bedeni, onun öznesi olarak yüz yüze geldiği nesnel gerçekliğin bir parçasını oluşturur. Özne nesneyi yadsıyarak dile getirir kendini” derken insanın kendini yadsıması olarak tanımlar köleci toplumda yabancılaşmayı. Bu feodal toplumda, kapitalist toplumda da farklı değildir, köle formu bir metafor değil, serfleri beyin toprağına, işçileri kapitalistin fabrikasına bağlayan yine bu formun öz olarak aynı biçim olarak farklı yaşanışını anlatmaktadır.*

İnsanın kendi emeğine ve üretkenliğine yabancılaşması çok kısa ifade etmeye çalıştığımız gibi tarihsel bir derinliğe sahiptir, bu günün bir sorunu da değil. Dolayısıyla binlerce yıllık bir yaşam gerçeğinden bahsettiğimiz ortadadır. Burada oluşan bir sosyoloji bulunmaktadır. Mevcut maddi üretim biçimi, teknik yapılanması, üretim düzeni, iletişim araç ve teknolojileri ile oluşan üretim ilişkilerinin oluşturduğu bu durumlar elbette değişmeye endekslidir (haliyle endeks değişebilir de ama genel eğilim böyledir). Örnekleri yaşanmış devrimler, devrimlerden geriye dönüşler de olmuştur. Bu gün yaşanan sıkıntıların, sorunların hemen hemen hepsinin kökeninde bu durum yatmaktadır. İnsanın kendi özüne yabancılaşması, kendi emek ürünlerini kendisinin dışında kabullenmesi toplumsal varlığını da kendi dışında kavramasını getirmektedir.  Değişimin içsel olduğunun bilinmesine rağmen salt dışsal bir etkene bağlanmasının, sübjektivizmin kökeni de buraya dayanır. Olay ve olgular karşısında geri durma, edilgenlik, kendinden saymamaya, kendi dışında görme ya da sorumsuzluk, umursamazlık, dünyayı sen mi kurtaracaksın tarzı boş vermişlik, otoriteye itaat, gerici tahakküm ilişkilerini kanıksamak vs. durumlarının üstü kazındığında altından emek karşısındaki kavrayış sorunu yattığı görülecektir.

Mesela hangi insan bin kişinin çalıştığı bir fabrikada üretilen ürünlerin, değerlerin bin kişi içinde paylaşılmasını ifade eden bir düzen seçeneği varken; tek bir kişinin olmasını, onun özel mülkiyetine geçmesini sağlayan bir düzeni tercih eder? Ya da neden bir toplum engellenebilir iş kazalarında, binlerce işçinin can vermesine rağmen iş güvenliği için örgütlenmeye yönelmez? Bu basit bir örgüt, program, güven sorununa indirgenemez. Üretkenliğini kendisinin görmeyen insan, onun gerçekleşme koşulları karşısında da böyle davranmak durumunda kalıyor. Köleleşmiş yani yabancılaşmamış hiçbir insan özgürlük mü zulüm mü seçeneğinde zulüm ve baskıdan yana olamaz. Evet burada insanın özüne bir yönelme durumu var ancak bu insana yaşamın nesnesi değil öznesi olduğunu hatırlatmaya, kendisinin ücretten daha çok fazlası olduğunu vurgulamaya dönüktür. Sorumluluğu üstümüzden atmıyoruz, sorumluluk gereği sorunu görünür kılmaya ve bunu değiştirmek için hareketin, mücadelenin kaçınılmaz olduğunu belirtiyoruz. Elbette her şeyi işçinin emeğinin görülmesine bağlamıyor, siyaset olgusunu toplumsal bakımdan iş bölümünün bir kolu haline gelmesinden bu yana konuyu emek-değer kuramı temelinde değer üretiminin çıkışında tüm gelişme süreçlerine çekiyoruz.

Türkiye’deki sermaye üretim sitemi, çalışma şartları ve süreçleri, iş güvenliğine dönük yaklaşımlar düşünüldüğünde işçi ve emekçilerin bu kendi emek faaliyetlerini düzenleyen konularda ilgisinin düşük olduğu sendikalaşma oranlarına bakılarak görülecektir. 30 milyona yakın çalışan nüfus olmasına rağmen sendikalaşma oranı %5-6 oranında kalmaktadır. TÜİK verilerine göre istihdam edilenlerin yüzde 18,5’i tarım, yüzde 19,7’si sanayi, yüzde 6-7’si inşaat, yüzde 55’i ise hizmet sektöründe yer alıyor. Tüm bu iş kollarında,  önlenebilirlik oranı  %97 olan kazalarda Türkiye’de her yıl yüzlerce işçi-emekçi can vermektedir. Türkiye ölümlü iş kazalarında dünyada 3. sırada olurken, Avrupa’da 1. sırada yer alıyor. Dünyada her üç dakikada bir iş kazası, her dört dakikada bir ölümlü iş kazası meydana geliyor. AKP’nin 16 yıllık iktidarında 25 bine yakın işçi-emekçi can verdi. İşçi cinayetlerinin en yüksek olduğu sektör tarım ve inşaat alanıdır ve en çok örgütsüzlük de bu alanlarda yaşanıyor. %13,4 oranında madencilik ve taş ocakları gelmektedir. Hemen aklımıza Soma Katliamı, tarım alanında traktör römorköründe taşınırken ya da 18 kişilik minibüslere 40-50 kişinin sıkıştırılması ile yapılan işçi aktarılması sırasında yaşanan trafik kazalarında ölen kadın ve çocuklar gelmektedir. Bu açıdan en temel iş ekipmanlarının sağlanmayıp kazalara ve işçi ölümlerine sebebiyet verilmesinin kaza-kader sarmalı içinde açıklanmaya çalışılması ve emekçilerin de buna “razı” gösterilmesi bahsettiğimiz emek karşısındaki duruşun, kavrayışın bir sonucudur ve derdimiz budur. Türkiye işçi sınıfı ve emekçileri olarak kendimizi sarsmamız gereken esas noktalardan biri burasıdır; burada güçlü bir ekonomik ve siyasi ilişki söz konusudur, yüzdelik rakamlar işte bu ekonomik-siyasi ilişkiyi yansıtır.

Marks, kapitalin 1. cildinde bir pasaj aktarır, “sermaye, kör olmadığı zaman ya da az kar edildiği zaman hiç hoşnut olmaz, tıpkı eskiden doğanın boşluktan hoşlanmadığının söylenmesi gibi. Yeterli kar olunca sermayeye bir cesaret gelir. Güvenli bir yüzde 10 kar ile her yerde çalışmaya razıdır. Kesin yüzde 20 iştahını kabartır; yüzde 50 küstahlaştırır; yüz 100 bütün insanal yasakları ayaklar altına alır; yüzde 300 kar ile sahibini astırma olasılığı bile olsa işleyemeyeceği cinayet, atılmayacağı tehlike yoktur.” Sermayenin genel yaklaşımı, davranışı böyledir. Durum bugün de aynıdır. Soma Katliamı demiştik; Soma Holding patronu Alp Gürkan, katliamdan 4 gün sonra canlı yayında yaptıkları açıklamada öz geçmişinden örnekler veriyordu. “100-150 kişiyle başladığım maden işletmeciliğimi 6 bin kişilik bir işletmeye (biz bunu artı değerin bir kısmının genişletilmiş yeniden üretime dönmesi olarak okuyalım) harcadım” diye övünüyordu. Kar dürtüsü ve bunun kar kitlesinin daha da büyütülmesi için sermayenin genişletilmiş yeniden üretimine çevrilmesi, büyüme oldukça ekonomik gözü dönmüşlüğün, Soma’daki gibi katliamlara döünüşmesi daha önceleri de yaşanmıştır, ancak yabancılaşma durumundaki derinlik mücadelenin öznel ve nesnel gelişimi önünde tıkayıcı olduğu için sermaye karşısında siyasi-örgütlü duruşa dönüşümü çok sınırlı kalmıştır.

Kapitalizmin başlangıcındaki üretimin merkezileşmesi yöneliminin giderek üretimin parçalı hale dönüşümünü getirdiği bilinmektedir. Üretimin tekellerin denetimine girmesiyle her üretim dalı kendi içinde üretici güçleri değişik iş alanlarına dağıttı. Bugün en küçük bir parçanın üretilmesi için ayrı örgütlenmeler yapılmaktadır. İş bölümü atomlarına ayrıldıkça emeğin parçalı hale getirilmesi 19. yüzyıldaki gibi üretim ilişkisinin gelişmesini engellediği için emek güçlerinin ortak mücadelesi, yani emeğin sonuçları ile siyasi ilişki kurması durumu sınırlandırılmış, baskı altına alınmıştır. İşin bölünmesi yeterli gelmemiş işin yapıldığı yerde bile işçilerin yan yana gelmesini engelleyecek çalışma yöntemleri geliştirilmiştir. İş süresinin ayrıca vardiyalı sistemi buna örnektir. Yabancılaşmanın yeniden üretilmesinin en temel dinamiği, burjuvazinin üretim örgütlenmesinde yaptığı bu düzenlemeler olmuştur. Üretim ve güçleri parçalandıkça denetim daha fazla zayıflamış, denetim zayıfladıkça iş kazaları ve cinayetlerinde Türkiye’ye dünya 3’üncülüğü ve Avrupa 1’inciliği getiren dinamik temel olarak buraya üretime, üretim örgütlemesine dayanmakta emek güçlerinin zayıf mücadelesi ile değişimin gelişimi de kadük kalmaktadır. Bunun sanayi örgütlenmesi dışında tarımda, inşaat alanında aldığı biçimlere bakılınca sorunun boyutu biraz daha görünür oluyor. Bu açıdan fordist tarzın, taylorrist tarzın, esnek üretim rejiminin karşısında nasıl emek güçlerinin birliğinin, mücadelesinin geliştirileceği noktasında sınıfın dikkati buraya, bu noktalara yönelmek zorundadır. Avrupa işçi sınıfının uzun bir süredir içinde olduğu süreç bugün Sarı Yelekliler’in eylemleri üzerinden devam ediyor. Üretimin yeniden uluslararası çapta örgütlenmesi Avrupa’da gelişen robotik teknoloji karşısında Avrupa işçi sınıfı pozisyon alıyor ve bu pozisyon siyasal olarak daha fazla ezilen tavrı şeklinde biçimleniyor. Bugün Türkiye’de de benzer bir sürecin gelişmekte olduğunu gösteren işaretler de güçleniyor.

Sınıflı toplumlar tarihinin her kesitinde insanal özü koruma refleksleri görülmüştür. Bunlar cinsel, sınıfsal, ulusal, sanatsal biçimler almıştır. İnsanın ilk toplumsallaşmasının, komünal toplumun bozulup grupların, sınıfların egemenliğine girmesi insanal özün korunması pratiklerini boyutlandırmış köleci toplumu köle ayaklanmaları yıkmıştır. Feodalizmde yine kapitalizmin ücretli köleliğine karşı sayısız direnişler yaşanmış, devrimler gerçekleşmiştir. Marksizm tüm bunların sentezidir. Son 200 yıldır komünal toplum (sosyalizm-komünizm) mücadeleleri kapsamında insanın özünün, emeğin nesneleştirilmesi karşısında insanal özün korunmasını, buradan insanlığın gelişmesini, yürüyüşünü temsil etmektedir. Bu özelliğiyle evet, Marksizm yabancılaşmaya, modernizm türündeki onun tüm biçimlerine bir müdahale olmuştur. Buradan ezilenler cephesinde emek-değerin toplumsallaşmasını sağlayarak insanlığın özgür geleceğe yürüyüşünün önünü açmıştır.

Franz Kafka, “İnsan, her zaman dünya tarihinde başrolü oynar ve doğal olarak bilmez bunu” der. Unutmayalım patronlar, burjuvalar işçi sınıfı, emekçiler olmadan yaşayamaz ama işçi sınıfı ve emekçiler burjuvazi olmadan çok iyi yaşar. Öyleyse hayatın her alanından burjuvazinin ve oporatlarının sökülüp atılması elzemdir. Ancak bu gerçekleştiğinde yabancılaşma olgusu ortadan kalkar, insan ve emeği yeniden yaşamın özü haline gelir. Böyle olduğunda işçi cinayetleri ortadan kaldırılır. Marks’ın deyimiyle aynı zamanda, “bütünsel insan”a buradaki toplumsal değişme ile varılır. İnsan ve emeği yaşamın nesnesi, patronların zenginlik, güvenlik ve hizmet aracı olarak kaldığı müddetçe durum tam da Kafka’nın dediği gibi olmaya devam edecektir. Buna geçit verilmemeli işçi cinayetleri ve bunları ortaya çıkaran sebeplere dönük tutumumuzdaki yabancılaşma ile hesaplaşıp emek-değerin büyütülmesi mücadelesini geliştirmeliyiz.

* Bu kapsamda yabancılaşmanın maddi üretim örgütlenmesine ve emeğin ediliş şekline göre biçim aldığını ifade etmek mümkündür. Bu açıdan üretimin toplumsal karakteriyle bunun sonuçlarının kapitalist tarzda mülk edinilmesi arasındaki çelişki, yabancılaşmanın kapitalizm koşullarındaki şekillenişinin temel dinamiğini oluşturduğunu söyleyebiliriz. Özgülde yarı-feodal biçimlerin buna eşlik ettiği bilinmektedir.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu