GüncelMakaleler

SENTEZ | KORONAVİRÜS VE ARTAN IRKÇILIK…

"Önümüzdeki süreçte toplumsal karşı koyuşların gelişeceğini şimdiden öngörmeliyiz. Avrupa'da devrimci ve komünist hareketlerin bu sürece önderlik etme gücü ve kapasitesi zayıftır"

Aralık 2019 tarihinde Çin’nin Wuhan şehrinde baş gösteren salgın, kısa denebilecek bir süre içinde tüm dünyaya yayılarak 20 milyondan fazla insanın virüse yakalanmasına neden oldu.

Salgın, Şubat 2020 tarihinden itibaren de Avrupa’da ciddi olarak konuşulmaya başlandı ve kaçınılmaz olarak Avrupa’da da büyük bir sorun olacağı öngörüldü. Mart 2020 tarihinden itibaren artan vakalar ve hızla yayılma durumu hükümetleri bir dizi önlem almaya itti. Sokağa çıkma yasağının en etkili önlem olarak yürürlüğe sokulması, insanlarda bir anda paniğe neden oldu. Kitlesel olarak hücum edilen market ve büyük alışveriş merkezlerinde bir anda yığılma yaşandı ve ardından da insanlar evlerine kapandılar.

Salgın aynı zamanda birçok konuyu tartışmaya açtı. Kapitalist-emperyalist sistem içinde sağlık sorunundan beslenmeye, barınmadan işsizliğe vb. bir dizi sorunun çözülmesinin mümkün olmadığı bir kez daha ortaya çıktı.

Bunun geniş halk kitleleri tarafından yeterince anlaşılıp anlaşılmadığı başka bir tartışma konusudur. Dünya genelinde devrimci ve komünist hareketlerin zayıf oluşu, kitleleri etkileme ve örgütlemedeki güçleri vb. göz önünde bulundurulduğunda denilebilir ki, sürece devrimciler ve komünistler değil, burjuvazi yön vermiştir.

Tüm emperyalist ve kapitalist ülke hükümetleri dalga dalga gelen ekonomik krizi görerek, sistemlerinin bir kaosa yol açmaması, yıkıma uğramaması, ulusal ekonomilerin çökmemesi ve kitlesel karşı koyuşların yaşanmaması için arka arkaya yapılacak olan parasal destek planlarını açıklanmaya başlandı. Kapanma ve iflas etme riski büyük olan tekellere milyarlarca dolar, euro ayrıldı.

Avrupa Birliği, salgınla birlikte ciddi tartışmaların yaşandığı bir coğrafya oldu. Emperyalist birlik olarak AB’de güçlü ekonomiye sahip Almanya, Fransa, Hollanda gibi ülkelerin salgınla birlikte içe kapanarak kendi birliklerini bir yana bırakarak ulusal çıkarlarını öne aldıklarını gördük. Bu, bir yanıyla da AB’nin çıkarlar üzerine kurulan kof bir birlik olduğunu gözler önüne serdi.

İtalya, İspanya, Yunanistan vb. ekonomileri daha güçsüz olan, sağlık sistemleri yetersiz olan ülkelerin nasıl kendi kaderleriyle başbaşa bırakıldığına tanık olduk. Öyle ki, İtalya bir aşamadan sonra ciddi olarak AB içinde kalıp kalmamayı tartıştı. Yardımların vaka sayılarının her geçen gün artması ve ölümlerin artık bir trajediye dönüşmesinden sonra yapılmaya başlanması, İtalya halkında AB’ye karşı olan güvensizliği tersine çevirmeye yetmedi. Aynı şey ekonomik yardımlar içinde geçerli.

Almanya, Fransa başta olmak üzere kendi ulusal tekellerini kurtarmayı öne alan bir hamleyle merkezi bütçeden milyarlarca Euro ayıran bu ülkeler, sıra diğer AB ülkelerine geldiğinde hiç de “cömert” davranmayarak, karşılığı olmayan hiçbir hamle geliştirmek istememişlerdir. Bu, aynı zamanda Almanya ve Fransa’nın diğer ülkeleri daha fazla denetim altına alma, kendi otoritelerini daha fazla hissettirme ve durumu lehlerine çevirmek için kendilerine tavizler verilmesi üzerine kurulan çıkarlar bütünlüğünden ibaret olmuştur.

Salgınla birlikte insanların yaşam ve alışkanlıklarında da değişimler oldu. Bireysel yaşam ve bireysel bir kurtuluşun “mümkün” olduğu duygusu gelişti örneğin. Oysa salgın süreci aslında insanlığın hiçbir zaman tek başına bir kurtuluşa erişemeyeceğini göstermektedir. Yoksulluğun, işsizliğin çığ gibi büyüdüğü, milyonlarca insanın sağlığa erişemediği, milyonlarca çocuğun eğitimden mahrum kaldığı vb. düşünüldüğünde bireysel kurtuluşun imkansızlığı anlaşılabilir.

Kitleleri bu yönlü bilinçlendirme ve örgütleme görevi ile karşı karşıyayız. Toplantılar, paneller, bildiri ve broşür gibi materyaller, sosyal medya araçları, demokratik kitle örgütlerindeki çalışmalar vb. hepsi şimdi bizim için daha önemli araçlar haline gelmiştir. Bu görev sadece şu ya da bu kurumla da sınırlı değildir. Avrupa’daki devrimci örgüt ve partilerin bu konuyu daha fazla tartışması, planlamalara girişmesi, kitleleri bilinçlendirmesi gibi zorunlu bir görevleri vardır.

Burjuvazi boş durmayacaktır. Yaşanan onca tecrübe, burjuvaziyi önlem almaya itecektir. Zaten şimdiden bunun üzerine çalışıyorlar. İnsanları dönem dönem eve kapatarak yalnızlaştırma, yalıtma, korkutma ve böylece sokağa çıkmamasını sağlayarak  bir süreliğine de olsa sokağın gücünün önüne geçmeyi planlayacaklardır.

Salgınla birlikte çalışma alanlarında farklılıklar olmaktadır/olacaktır. “Evden çalışma” bunun başında geliyor. Firmalar çalıştırdıkları işçilerin bir bölümünü rahatlıkla işten çıkartıp, az sayıda işçiyle daha fazla iş yapmayı planlayacaklardır.

Bu değişimin bir diğer ayağı da internet üzerinden alışveriş alışkanlığının gelişmesi/geliştirilmesidir. Sokağa çıkma yasağının uygulandığı sürede, internet üzerinden yapılan alışverişlerde rekor düzeyde cirolar yapıldığı bilinmektedir. Bu alışkanlık, büyük tekellerce daha da tetiklenecektir. Şimdiden bunun için projeler geliştiriyorlar. Böylece ara şirketler ve küçük işletmeler yıkıma uğrayacaktır.

Burjuvazinin en büyük silahlarından biri de kitleleri denetlemedir. Salgınla birlikte geliştirilen yeni teknikle telefonlara yüklenen bir programla insanlar adım adım (bu önceden de vardı) takip edilmektedir.

Bu yeni programla dışarı çıkıldığında, sokakta, toplu yerlerde koronaya yakalanan biri varsa telefonunuza gelen bir sinyalle oradan uzaklaşmanız uyarısı yapılmaktadır. Bunun ilk başta sağlık açısından iyi olduğu sanılsa da toplumsal olaylarda, eyleme katılanlar rahatlıkla tespit edilip cezalandırılabilecek ya da tutuklanması kolaylaşacaktır.

 

Artan milliyetçilik ve ırkçılık…

Salgınla birlikte dünya çapında milliyetçilik ve ırkçılık da hızla yükselmeye başladı. Emperyalist-kapitalist ülkelerde hükümetleri içe kapanarak kendi ulusal önceliklerini esas aldılar.

AB ülkeleri, hem kendi üyelerine hem de diğer ülkelere sınırlarını kapattığı gibi ekonomik ve sağlık yardımını bir yana bırakarak ulusal ekonomilerini kurtarmanın planlarını yaptılar.

Artan tepki ve bazı ülkelerin (İtalya örneğinde olduğu gibi) AB’de kalıp kalmayacaklarını tartışmaya açtıkları bir süreçte, AB, merkezi bütçeden İtalya’ya parasal yardım yaparak üyelikten çıkmasını engellendi.

Irkçılık ve milliyetçilik bu sürede kendisini farklı biçim ve dozda gösterdi. Koronavirüsün ilk çıktığı Çin’in Wuhan şehrinin karantinaya alınmasıyla birlikte, tüm dünyada Çinlilere karşı bir öfke ve aşağılama başladı. Virüsü üreten Çin halkıymış gibi nerede bir Çinli görüldüyse, öcü gibi bakılmaya, aşağılamaya, hakaret ve yer yer şiddete varan saldırılar yapılmaya başlandı.

Koronavirüsün dünya çapında etkisini göstermesinden sonra yaygın olarak dillendirilen bir diğer konu da herkesin aynı koşullarda yaşadığı ve sağlık hizmetlerinden herkesin eşit yararlanabileceği, salgının sınıf tanımadığı oldu. Bunun böyle olmadığı ve tüm toplumun sağlık hizmetlerinden eşit bir şekilde yararlanmadığı ise kısa sürede açığa çıktı.

Örneğin ABD’de insanların devlet tarafından sağlanan sağlık sigortası olmadığı için binlerce insan hayatını kaybetti. ABD, kitlesel göç alan ülkelerden biri. Bu ülkede yaşayan göçmenlerin önemli bir bölümü sağlık hizmetlerine erişimde hiç de şanslı değil.

Emperyalist-kapitalist sistem içinde eşitsizlikler ve konumuz bağlamında sağlığa erişim, toplumun sosyo-ekonomik eşitsizlikler üzerinden değerlendirilmelidir. Bugün dünyada yaklaşık üç milyar insan üretim içinde yer alıyor. Bunun sınıfsal bir ayrım olduğu gerçeği bizi salgınla birlikte, kimin en fazla sağlık hizmetlerinden yararlandığı sonucuna da kolaylıkla götürmektedir.

Salgının tüm dünyayı etkisi altına aldığı bu süreçte göçmenler günah keçisi durumuna da düşürüldü. Hükümetlerin milliyetçi bir refleksle ele aldığı bu sorun, göçmenlerin adeta kaderleriyle başbaşa bırakıldığı anlamına da geliyor.

Bu süreçte Avrupa devletleri, salgından dolayı sınırlarını tüm dünyaya kapattıkları için göçmenlerin bulundukları yerlerden başka bir ülkeye-bölgeye geçmeleri neredeyse imkansızlaştı. Veriler baz alındığında görülüyor ki, milyonlarca göçmen koronavirüs salgınına yakalanma riski altında yaşamlarını sürdürüyor. Özellikle göçmen kampları birer ölüm kampına dönüşme riski altında. Yakın zamanda Yunanistan’da ve ABD’nin Meksika sınırında bulunan göçmen kamplarında ortaya çıkan salgın, bu durumu en iyi özetler nitelikteydi. Hükümetlerin, salgınla birlikte ”evde kal” çağrıları göçmenler için hiçbir şey ifade etmedi/etmiyor da. Milliyetçi ve ırkçı parti ve çevrelerin baskıları da faturanın göçmenlere kesilmesinde önemli rol oynadı.

Salgınla birlikte burjuva medyanın göçmenleri hastalığın yayılmasında sorumlu tutan propagandası giderek daha yaygın bir durum almaya başladı. ABD Başkanı Trump, salgına Çin’in sebep olduğunu basına servis ettikten sonra ABD’de göçmenlere karşı ırkçı saldırılar artmaya başladı. İtalya eski İçişleri Bakanı Salvini ve Macaristan Başbakanı Orban’ın benzer açıklamaları da ırkçılara cesaret vermiş ve saldırılar daha da artmıştır.

Bir şekilde yerleşik hayata geçen göçmenleri bekleyen en büyük tehlikelerden biri de krizin derinleşmesiyle birlikte göçmenler arasında işsizliğin artma tehlikesinin baş göstereceğidir. Göçmenlerde daha yoğun yaşanan geleceksizlik korkusu insanlarda kaygı ve paniğe yol açacak ve göçmenler daha fazla içe kapanan bir şekilde toplumdan da izole olma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaklardır.

Irkçıların günlük yaşamda en fazla başvurdukları yöntemlerden biri de nefreti yaymadır. Bu suçu işleyenler kendi ulusal kimliği dışında herkesi öteki görerek dil, din, cinsiyet ve ulusal kimlik üzerinden saldırmaktadır. Salgınla birlikte ırkçı nefret söylemleri ve saldırıları da giderek arttı.

İstanbul Sultanahmet’te Koreli bir turist kafilesinin Çinli sanılarak saldırıya uğraması tipik ırkçı bir saldırıydı. Çevreden hiç kimsenin olaya müdahale etmemesi de düşündürücü bir gelişme idi. 97 yıllık bir ırkçı faşist devlet geleneğinin aralıksız olarak sürdüğü Türkiye’de, milliyetçi duyguların hızla yükselmesi, bunun şiddete varması pek şaşırtıcı da değildir. Kürtler başta olmak üzere Ermeni, Laz, Rum, Çerkez ve diğer ulus ve azınlıklara karşı geliştirilen ırkçılık artık “doğal bir refleks” olarak görülmektedir.

Bir diğer çarpıcı örnek de yapılan ırkçı paylaşımlardır. Uluslararası Af Örgütü, Türkiye şubesinin koronavirüsün ortaya çıkmasıyla birlikte, 29 Mart-2 Haziran 2020 tarihleri arasında Türkiye’de 690 bin 356 ırkçı paylaşım yapıldığını tespit etti.

Avrupa’da salgınla birlikte Almanya, Fransa virüsün bulaşmaması için mevsimlik tarla işlerinde dışarıdan getirilen göçmen işçiler çalıştırılarak milliyetçi bir tutum sergilediler. Fransa, Polonya ve Romanya’dan getirilen göçmen işçiler hiçbir sağlık önlemi alınmadan sebze bahçelerinde ve tarlalarda çalıştırılıp geri gönderildiler.

Koronovirüsle birlikte Almanya’daki ırkçılarda da hareketlenmeler giderek arttı.  Alman ırkçılar, koronovirüse karşı alınan önlemleri ”özgürlüklerin kısıtlanması” olarak lanse edip, birçok yürüyüş düzenlendiler. Açığa çıktıkları yerlerde ise farklı adlarla insanları sokağa çıkartıp güç gösterisi yapan ırkçıların başını AfD çekiyor.

Salgınla birlikte dünya genelinde ortaya çıkan ekonomik krizin giderek büyümesi, birçok ülke ekonomisinin resesyona girmesiyle artan işsizlik ve yoksulluk toplumsal sorunların büyümesinin temel nedenidir. Yerli halkın yanında, bundan en çok etkilenen kesim yine göçmenler olacaktır. Irkçılar, tüm sorunların temeli olan emperyalist-kapitalist sisteme dokunmadan hedef saptırarak kitleleri etkiliyorlar.

Irkçıların göçmenlere karşı gelişen saldırı ve nefret söylemlerine karşı Avrupa çapında karşı eylemlerin de giderek boyutlandığını belirtmek gerekir. Almanya, Fransa, Avusturya vb. ülkelerde sokağa çıkan binlerce insan gelişen ırkçılığa karşı durarak bu insanlık düşmanı ideolojiye karşı eylemlerini sürdüreceklerini deklare ettiler.

Krizin etkileri giderek büyüyecektir. Hükümetlerin tekelleri kurtarma paketleri, işsizliğin ve yoksulluğun önüne geçen programlar olarak algılanmamalıdır. Kurtarılan büyük tekeller, bu krizi kendi lehlerine kullanacaklardır. İşten çıkartmalar, daha az ücretle çalıştırma, dışarıdan ucuz işçi getirme vb. toplumsal bir krizin de habercisidir.

Hükümetler, krizi bahane ederek sosyal haklarda kısıtlamalara gidecektir. Çalışmayanların işsizlik paralarında düşüş, sosyal devlet bütçesinden geçinenlerin aylık ödemelerinde kısıtlamaya gidilmesinin yürürlüğe girmesi bir sürpriz olmayacaktır.  Krizle birlikte sendikaların sesi çıkmadı. Sendikalar bırakalım seslerini yükseltmelerini toplu sözleşmeler de ”sıfır” zam imzalayarak işçilere “kaderlerine” razı olmalarını tavsiye etmektedir.

Önümüzdeki süreçte toplumsal karşı koyuşların gelişeceğini şimdiden öngörmeliyiz. Avrupa’da devrimci ve komünist hareketlerin bu sürece önderlik etme gücü ve kapasitesi zayıftır. Bazı ülkelerde ise hiç yoktur. Bunun yanında faşist partilerin kitleleri arkalarında yedekleme tehlikesi vardır. Hümanist çevrelerin de sokakta boy göstermesi olasıdır.

Yeni bir sokağa çıkma yasağının yaşandığı-yaşanacağı bu koşullarda tüm örgütlü güçlerin yeni yöntemlerle en geniş kitlelere ulaşma ve örgütleme programları olmalıdır.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu